Türkce

Prozesserklärung von Ali Ihsan Kitay

Birey toplum ikilemi anlam madde kadar geçerli olan bir ikilemdir. Toplumsallık birey olmadan gerçekleşmez. Her birey de toplum olmadan da yaşayamaz. Birey ve toplum onun optimal dengesi, birbirleriyle ilişki ve bağlantı düzeyi ve biri olmadan diğerinin olamayacağını, böylesine sıkı bağlar ile iç içe geçen ve gelişen bir iklemdir. Aslında varlık varolma bu iklem etrafında gelişmiştir. Toplumsuz insan soyutlaştırılmış, kendine yabancılaştırılmış anti insandır. Bir insanı toplumu dışına atmak, toplumla ilişkilerini, bağlarını koparmak, onu toplumsuz, ilişkisiz yaşamaya zorlamak verilebilecek en büyük cezadır. Çünkü insanın varlık nedeni toplumsal oluşumdan kaynaklanıyor. İnsan tüm gücünü toplumdan alır. Tüm bilimler ve bilgelerin gelişim düzeyi toplumla bağlantılı gelişmiştir. Dolayısıyla toplumsal yaşamı basit fiziksel gereksinmelerin karşılanması olarak değerlendirilemez. İnsanı diğer canlılardan ayıran temel yönü düşünce ve sosyal ilişki yönüdür. Sosyalite, sosyal olgu insanın gelişiminde temel rol oynamıştır.

Bir toplumun yaşayabilmesi için tarihsel süreç içinde yarattığı maddi ve manevi kültürel değerlerin bileşimiyle ancak varılabilir, yaşayabilir. Bu değerlerden yoksun olarak yaşamaya zorlanan toplumlar bir sürü toplumunun ötesine geçemezler.

Kürt halkı tarihin en kadim halkıdır. Bu halk sürekli baskı ve şiddet politikasına maruz kalmıştır. Kürt halkına Kendi Kaderini Tayin Hakkı yaklaşık 100 yıldır en katı şekilde verilmemektedir. Yarattığı kültürel değerlerden koparılma, kendi gerçekliğinden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Özgürce yaşayabilmenin koşullarını bir türlü bulamamıştır. Türk devleti yıllardan beridir çözümsüzlük politikasında ısrar etmektedir. Gerilim, şiddet ve çatışma politikasını esas aldığından dolayı, Kürt sorununun çözümünü imkansız hale getirmektedir. Yani sorunun kaynağını görmeden geliştirilecek tüm yöntemler daha fazla çözümsüzlüğün derinleşmesini yaratacak; kaos ortamının gelişmesini beraberinde getirecektir. Bu da daha fazla acıların yaşanmasına neden olacaktır. Bu kadar direniş ve başkaldırılar neden yapıldı? 1925-38 yıllarında onbinlerce insan katledildi; onbinlercesi yerinden yurdundan sürgün edildi; Şeyh Sait, Seyit Rıza ve yüzlerce insan haksız yere idam edildi; Kürt coğrafyası insansızlaştırıldı. Yani bu sorunun temel nedeni Türk devletinin geliştirdiği inkar ve asimilasyon politikasından kaynaklanmaktadır.

Yani Türk devleti son Kürt isyanlarını bastırdıktan sonra Kürdistan’da tam anlamıyla bir ölüm sessizliğini hakim kılmıştır. Kürdistan’a ve Kürtlere dair herşeyin bitirildiğini, Kürt halkının sindirildiğini ve boyun eğdirildiğine dair ikna olmuştur. Yine 1968 de gençlik hareketinin geliştiği ve yükselmeye geçtiği bir dönemdir. Bir çok parti ve örgütler program ve tüzüğünde Kürtlere yer verdiği için kapatılıyordu. Özellikle oluşan demokratik kanallar açık tutulsaydı Kürtler illegal örgütlenmeye ve silahlı mücadele yöntemlerine gerek duymazlardı. Yani sadece Kürtler değil, Türkiye devrimci sol muhalefeti de silahlı mücadeleden ziyade legal ve yasal mücadele yöntemlerini esas alacaklardı. O dönemin Türkiye devrimci gençlik liderleri tümüyle imha edildi. Kimileri çatışmada vuruldu, kimileri idam edildi, binlercesi de işkencelerden geçirildi ve cezaevlerine konuldu. Yani toplumun yasal ve demokratik kanalları tümüyle kapatılmıştı. Dolayısıyla böylesine acımasız bir politika uygulanmasaydı, Kürt halkının kültürel ve fiziksel inkarı esas alınmasaydı PKK hareketi de ortaya çıkmazdı. İddia makamının hazırladığı iddanamede Türk devletinin Kürt halkına karşı uyguladığı baskı, inkar ve imha politikasını görmezlikten gelmiş. Zahmet edip bir satırlık bir ibareye dahi yer vermemiştir. 17 bin faili meçhul cinayet devlet tarafından işlendi. Dört bin köy yakıldı, onbinlerce Kürt ailesi yerinden yurdundan kopartıldı, nice yaşamlar karartıldı. Bunların hiçbiri iddianameye yansımamıştır. Peki durup dururken bir insan bu kadar acıyı, işkenceyi ve ölümden beter bir yaşamı neden tercih etsin? Anamızdan doğduğumuza bizi pişman ettirdiler. Bu olgular görülmeden sağlıklı ve adil bir yargılama yapılabilir mi?

Türk devleti ile Kürt özgürlük hareketi arasında otuz yılı aşkındır bir savaş yaşanıyor. Bu savaşın nedenleri bir türlü görülmüyor. Türk devletinin Kürdistan’da uyguladığı insanlık dışı uygulamaların ardı arkası kesilmiyor. Yaşanan savaşın nedenlerini görüp değerlendirmeden sağlıklı bir barışın ve çözümün gelişmeside sağlanamaz. Kanaatime göre özgürlük hareketini teröristlikle suçlamak, Kürt sorununun dışında ele almak, değerlendirmek yanlıştır. Çünkü bu yaklaşım yıllarca yapıldı; bundan dolayı büyük acılar yaşandı. Kürt sorununun tarihsel ve güncel yönlerini görüp ona göre bir çözüm geliştirmekle sorunun çözümü sağlanabilir. Aksi durumda daha fazla acıların yaşanmasına neden olunur.

Kürt hareketinin 1990’lı yılların sonundan itibaren geliştirdiği çözüm modeli Demokratik Federalizm veya Demokratik Özerklik modelidir. Bu, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’na istinaf etmektedir.

Birleşmiş Milletler Antlaşması’nda daha önceden yer alan ve Birleşmiş Milletler’in diğer birçok açıklamasında onaylanan bir haktır bu. Bu, birçok yayın ve fikir bildiriminde net ifade edilmiştir.

Modelin ana unsuru yeni bir Türk anayasası olup Türk halkına olduğu gibi Kürt halkına ve diğer etnik azınlıklara eşit yaşam hakkı, eşit siyasi statü ve eşit ekonomik, sosyal ve kültürel imkanların verilmesidir. Mevcut devlet sınırları kabul edilecek ve sınırlara dokunulmamalı ki bölge yönetimi Demokratik Federalizm çerçevesinde merkezi iktidardan bağımsız olarak Suriye, Irak ve İran’daki Kürtler ile ilişkiler ve iş birliği geliştirebilsin. Şu anki Kürt kurtuluş mücadelesinin meşru ve devletlerarası hukukun bütün şartları ile uyum içinde olduğuna inanıyorum.

Sorunun neden, sonuç ilişkisi kurulmadan, tarihsel ve güncel yönleri değerlendirilmeden geliştirilecek yöntemler kesinlikle başarıyı sağlayamaz.

16, 17 yaşında PKK hareketine katılmamı tetikleyen nedenler var. Baskı, işkence ve inkar olmasaydı, insan haklarına ve özgürlüklerine saygılı olunsaydı, her insan gibi normal bir yaşamı yaşamayı tercih edebilirdim. Yani yaşamaya aciz insan değilim. Özgür ve onurlu bir yaşamın koşullarının olmadığı toplumlarda farklı arayışlar gelişir. Benim durumum, devletin Kürt sorununa yaklaşımıyla alakalı gelişmiştir. Baskı ve şiddetin hakim olduğu toplumlarda hem bir arayış gelişecek hem de baskılara karşı ciddi bir tepki gelişmeye başlayacaktır. Henüz çocukluk yıllarımda baskı ve işkence yöntemlerine maruz kaldım ve cezaevine girdim.

Bu uygulamalar haliyle insanı bir arayışa sürüklüyeceği açıktır. Her insanın kendini bulmaya ve toplumu sorgulamaya belli bir yaş sınırı vardır. Bu dönem bireyin kendisiyle ciddi bir sorgulamayı ve bocalamayı yaşadığı ve bunların cevabını bulmaya çalıştığı bir süreçtir. Ben kimim, neyim? Tanımından başlayarak evren içinde insanın konum, toplumla ilişki ve bağlantı düzeyi, doğa, toplum ilişkisi ve bağlantısı, bunları bir tanıma kavuşturması ve kendinde netleştirmeye çalıştığı dönemdir. Kendini ifade etme, bunun arayışına girme insan olmanın doğasında vardır. Çünkü anlamlı bir yaşama sahip olmak, anlam gücüne ulaşmakla olabilir. Kim olduğunu bilmek, nereden geldiğini, nasıl yaşanması gerektiğine dair bir arayış sürecidir. Aslında bireyin düşünce dünyasında çelişkilerin yoğunlaştığı anlardır. Toplum birey ve yaşam üçlemi; bu bireyde arayışların pratikleşme sürecidir. Yani her şey yaşamda başlar, yaşamda kaybedilir. Yaşamın yitirildiği yerde çürüme, yabancılaşma gelişmeye başlar, baskı ve şiddet politikası toplumun tüm gözeneklerine hakim olur.

Şunu vurgulamak istiyorum: böylesine çelişki ve çatışmaların yaşandığı bir toplumsal yapı içinde büyüdüm. Bu realite beni PKK hareketiyle tanıştırdı. İlişkim orta ve lise yıllarında başlayarak gelişmeye başladı. Hayatımın dönüm noktası diyebileceğim bir dönemi yaşıyordum. Yaşamımı değiştirecek köklü kararları verme aşamasına gelmiştim. Vermiş olduğum kararı kiminle nasıl paylaşacağımı düşünüyordum. Sonunda vermiş olduğum kararı annem ile paylaştım. Anneyi ikna edebilmek için çok çabaladım, sonuçta istekli olmasa da verdiğim karara karşı çıkmadı. Tabii bana yansıttığı buydu. Annemin duygularında ne kadar büyük depremlerin yaşandığını tahmin edebiliyordum. Yani bir daha hiç görüşmemecesine ayrılıyorsun. Bu gibi anlar insanın hayatında yaşadığı en zor anlardır. Anneden ayrılırken şöyle bir cümle kullandığımı hatırlıyorum: ’sana çok acı çektirdiğimin farkındayım ama beni affetmeni istiyorum‘ demiştim.

Annem bundan dolayı çok büyük acılar yaşadı. Lise yıllarından sonra aile ile ilişkim tümüyle koptu. Uzun yıllar böyle devam etti. Cezaevi yıllarında aile ile kısmen ilişkim olduyordu. Anne hep evlat acısının hasretiyle yaşadı. Ama hep dik durdu; kimseye boyun eğmedi. Çok gururlu bir kadındı. Bundan dolayı büyük bir bağlılığım var. Öldüğünde dahi cenazesine gidemedim. Bizim gibi bilinçli geri bırakılmış toplumlarda sosyalite ve sosyal yapı tamamen farklı gelişmeye başlamıştır. Kadına bakış açısı ve kadına yaklaşım düzeyi çok çarpık, kadını red eden, adeta bir eşya, bir nesne durumuna düşüren bir mantık hakim kılınmıştır. Baskı ve dıştalama alabildiğine gelişmiş erkek egemenlikli bir toplum, dolayısıyla bu toplum içinde yaşayan kadının tasfiri hep olumsuz ve negatif olarak algılanmıştır. Bu yaklaşım biçimleri ben de içten içe bir kabullenmemeyi, bir tepkinin gelişmesini yarattı. Ben de gelişen bu tepkinin bir sonucu olarak anneme karşı özel bir ilgiyi, bir bağlılığı geliştirdi. Bizim gibi toplumlarda çocuklar genelde babaya bağlanır ve düşkün olur. Ben de ise bunun tam tersi gelişmeye başladı. Daha çocukluk yıllarımda ayrımcılığa, haksızlığa ve baskıya karşı bir kabullenmeme, red etme vardı. Annemin hayatımdaki anlamı ve değeri çok farklıydı. Bu ben de kadına karşı yaklaşımımın temel ölçüsü oldu.

Böylece dağa çıkma serüvenim başlamış oldu. Yine önemli gördüğüm yaşamımda büyük etki yaratan aile yapısı ve ona karşı devletin uyguladığı baskı, işkence ve sindirme politikasıydı. Kıtay ailesi Bingöl’de geniş ve etkin olan bir aile yapılanmasına sahiptir. Kürt halk gerçekliğine bağlı ve yurtseverlik duyguları güçlü olan bir ailedir. Ailenin bu yaklaşımı haliyle devletin baskı ve şiddet politikasının merkezine konulacaktır. Devletin uyguladığı baskı ve işkence uygulamalarından etkilenmeyen, maruz kalmayan aile bireyleri kalmadı. Kimileri vuruldu, kimileri günlerce işkencelerden geçirildi, kimileri de cezaevine konuldu. Böylesine acımasız uygulamalarla karşı karşıya kaldı. Devletin bu yaklaşımları aileyi bitirmenin eşiğine getirdi. Bunun sonucu olarak aile bireylerinin bir çoğu Bingöl’ü terk etmek zorunda kaldı. Bazıları büyük metropol kente, bazıları da Avurpa’ya göç etmek zorunda bırakıldı. Böylesine acımasız yöntemlere maruz kalan bir ailenin bireyi olarak dağa seçeneğinden başka bir yaşam seçeneği bırakılmıyordu.

Yukarıda vurgulamaya çalıştığım nedenlerden ötürü PKK hareketine katıldım. Uzun yıllar dağda kaldım. Bu zaman zarfında defalarca anneyi karakola çağırıyorlar: ‚oğlun çatışmada vurulmuş gelip teşhis etmeni istiyoruz‘ diyorlar. Yani her teşhis etme anındaki annenin yaşadığı duyguları ve yürek acısını tahmin edebilmek çok zor olmasa gerek. Bir yandan bu yaklaşımlar olurken diğer yandan da aile sürekli tehdit ve baskılara karşı karşıya kalıyordu. Bunları daha sonraları cezaevi yıllarında anneden öğrenecektim. Aslında bu uygulamalar aileyi psikolojik ve ruhsal olarak nasıl bir duruma düşürdüklerini anlaşılır kılmak için vurgulama gereğini duydum. Tüm bu uygulanan uygulamaların bir amacı vardır, aileyi ruhsal ve psikolojik olarak çökertmeye yönelik geliştirilen özel savaş yöntemleridir.

Başta şunu vurgulamak istiyorum; anlatacaklarım yaşadığım gerçeğin olabilecek en yumuşatılmış anlatım biçimidir. 1991 tarihinde yakalandım. Yakalanma esnasında tarifi imkansız yaklaşımlara maruz kaldım. Gözlerim bağlı olarak sorgulanmaya alındım. Sorgulama süreci içinde hiç kimseyle görüştürülmedim. Annem ve diğer aile bireyleri benimle görüşebilmek için defalarca ilgili kurumlara başvuruda bulunuyorlar, her defasında başvurular geri çeviriliyor, kabul edilmiyor. Hatırladığım kadarıyla sorgulamanın son gününe kadar gözlerim bağlı olarak karanlık bir dünyada yaşadım. Zaman geçmek bilmiyordu, adeta durmuş durumdaydı. Ne gecen belli, ne de gündüzün belli. Yanında, etrafında gelişecek her şeyden habersizsin. Nerede, ne zaman ne ile karşılaşacağını tahmin edemiyorsun. Her anın bekleme içinde geçiyor. Bunun dışında farklı şeyleri düşünemiyorsun. Psikolojik yapılanman amamen bu eksende gelişiyor. Ne zaman sorguya alınacağını, neler ile karşı karşıya kalacağını bilemiyorsun. Bu düşünce yapısı seni sarıp sarmalıyor. Çok küçük tabutluk denilecek bir hücrede tutuluyordum. Kapı mazgalı sık sık açılıp kapanıyor, konuşmalar, inleme seslerini duyuyordum. Bağırmalar ve işkence sesleri hücrelerin her tarafına yankılanıyordu. Gözlerim bağlı şekilde çıplak olarak dar yerlerden götürülüyordum, merdivenlerden indirilip çıkarılıyordum. Başını eğ, yavaş biçimde yürü, sağa dön, sola dön, dikkat et düşersin vs. gibisinden yığınca konuşma ve küfürler yapılıyordu. Yine yürütürken vucudun çeşitli yerlerine yumruk, tekme ve farklı cisimlerle vuruyorlardı. Yani korkunç psikolojik uygulamalara maruz kaldım.

Bunun dışında çok ağır olan işkence yöntemleri uygulandı: Filistin askısı, düz askı, askıda tayzikli su sıkma, vucuda elektrik verme, cinsel organları sıkma, vucudun çeşitli yerlerini sigarayla yakma ki yanık izleri halen mevcuttur. Sık sık çıplak şekilde dışarıya dışarıya çıkarmak, çıplak vaziyette soğuk havada bekletmek, ölümle tehdit etmek, yere yatırıp yanında silah patlatmalar, yine konuşmassan aileni getirip gözlerinin önünde her türlü yöntemleri uygularız gibisinden yığınca tehdit etmeleri oluyordu.

İşkenceye aldıklarında kendimden geçene kadar devam ediyordu. Gözlerimi açtığımda kendimi bitkin şekilde tabutluk denebilecek soğuk hücrede buluyordum. Bu işkence yöntemleri son güne kadar devam etti. Uyguladıkları işkence yöntemlerinden sonuç alamayınca bir gece hücreden beni alarak şehrin dışında bir yere götürdüler. Son duanı et diyerek yere yatırıp kafamın yanında silah patlattılar. Daha sonra beni kaldırıp kaçmamı söylediler, bunu beni vurmak için yapıyorlardı. Benim ise ne kaçacak takatım vardı ne de kaçma girişiminde bulundum. Ölümün soğuk yüzünü ve yalnızlığı iç içe yaşadım. Aslında böylesi anlarda ölüm senin için bir kurtuluştur. Kimi zaman rüya olmalı gibisinden düşüncelere kapıldığım oluyordu. Yaşadığım işkence yöntemleri inanç ve umudu tümüyle bitirmeye yönelik geliştirilen uygulamalardı. Tabii ki fiziki olarak bir yere kadar dayanabilirsin. Yani yapılan işkence yöntemleri fiziki yapının kaldırabileceği yöntemler değildir. İnanç ve irade olmasa bir gün dahi bu uygulamalar kaldırılamaz.

Kendime şunu soruyordum: Bu uygulamalara karşı ne zamana kadar dayanabilirim; kendime, düşüncelerime ters düşmemek için olağanüstü bir irade mücadelesi veriyordum. Elbette bu uygulamaların bir amacı vardı: seni teslim almak, inanç, irade ve yaşam umudunu kırıp ihanet etmeye zorlamaktır. Böylesine bir yaşam seçeneği önüne konuluyor. Yani böylece ağır bir işkence uygulamalarından sonra insanda nasıl bir psikolojik bir yapılanma gelişir, bunun ruh hali, duygu ve düşünce dünyasında normal bir yaklaşım gelişebilir mi? İnsanda, bilinçaltında neleri geliştirdiğini, nasıl bir etki yarattığını anlatmak çok zor. Bilinçaltı insanın yaşadığı olayların canlı bir arşivi niteliğini taşır. Yaşadığın olayların en küçük ayrıntılarını dahi hafızanda hep canlı tutar. Yani insan psikolojik yönü ağır basan bir varlıktır. Etkilenmeye ve tepkilenmeye açık bir yatkın bir yapıya sahiptir. İnsan psikolojisini çözmeden, insanı anlamak, duygu ve düşünce dünyasını çözebilmek mümkün değildir. İnsanın kendisi kuantum ile kosmos arasında bir varlıktır, görecelidir, izafidir, duygulanmaya, tepkilenmeye, etkilenmeye açıkıktır. Bunların neden ve sonuçları değerlendirilmeden onun varlık nedeni, kişilik yapısı çözümlenemez. ‚İnsanı çözmek atomu çözmekten daha zordur‘ der Einstein.

Evet, böylesi bir psikolojik yapıyla yarı ölü biçimde cezaevine götürüldüm. Cezaevi doktorunun muayenesi sonucu ağır işkence gördüğüme dair rapor verildi. Gördüğüm ve yaşadıklarımın etkisini uzun süre üstümden atamadım. Sık sık etkisine giriyor ve yaşıyordum. Bunları yazarken çok zorladığımı vurgulamak istiyorum. Yaşadıklarını yeniden yaşıyorsun. Her anlatış seni cidden çok etkiliyor. Tekrardan geçmişe, yaşadıklarına götürüyor seni. Yaşadıkların bir film şeridi gibi gözünde canlanıyor. Sorgu sürecinde yaratılan fiziki ve psikolojik tahribatların etkilerini uzun süre yaşadım. O dönemden kalma rahatsızlıklar zaman zaman kişiliğimi, sağlığımı ciddi zorlamaktadır. Duygu ve ruhsal dünyamda yaratılan tahribatların yanında cezaevinin koşulları da buna eklenince nasıl bir sonucun ortaya çıkacağını tasavvur bile edemiyorsun. Tüm bunları aşabileceğimin ne imkanları var ne de bu koşullara sahipsin.

Cezaevi yaşamı kendine özgü bir yapıya sahiptir. Her şeyin sınırlı olduğu bir yerdir. Yaşamın adeta bir kibrit kutusuna sıkıştırılmış durumdadır. Baskı ve işkence uygulamaların olabildiğine geliştiği, insan hakları konusunda ciddi ihlallerin yapıldığı yerdir. Mevcut psikolojik yapılanma ve bu ruh haliyle uzun yıllar cezaevi koşullarına dayanabileceğini tahmin dahi edemiyorsun. Zira uzun süre kalacağımı hiç düşünmedim. Buradan nasıl çıkabilirim, bunun arayışlarına girmeye başladım. Cezaevinde kaçış fikri bu dönemde bende gelişmeye başladı. Bunun yön ve yöntemleri üzerinde düşünüyor ve kafa yoruyordum. Tümüyle kendimi buna bağlamış başka bir şey düşünemiyordum. Sonuçta bir grup arkadaş ile birlikte tünel çalışmasına başladık. Bir yıllık çalışma sonucunda 16 Şubat 1993 tahrihinde 18 arkadaşla birlikte Nevşehir cezaevinden firar ettik. Kaçıştan sonra bazılarımız yakalandı, bazıları da vuruldu. Yakalandığım dönem faili meçhulların yoğun yaşandığı, baskı ve şiddet politikasının ayuka çıktığı, köy yakmaların, sokak infazlarının yoğunca yaşandığı bir dönemdi.

Bu kez sorgudan sağ çıkacağımı hiç düşünemiyordum. Bundan dolayı ileriye yönelik herhangi bir umudum kalmamıştı. Yakalandığıma dair ne bir resmi açıklama yapıldı ne de resmiyette tutuklanmam kabul edildi. Bana sorguda şunu diyorlardı: ’sen resmiyette yoksun, yakalanmamışsın, bu kez buradan sağ çıkamazsın, istediğimiz her türlü yöntemi sana karşı uygulayacağız‘. ‚Seni şişmanın yanına gömeceğiz‘ biçiminde tehdit konuşmaları oluyordu. 1991 yılında tutuklandığımda uygulanan işkence yöntemleri daha sistemli ve sürekli biçimde sürüyordu. On günden sonra tutuklandığım resmi olarak kabul edildi. Burada sorgulanmanın detaylarına girmeyeceğim. Vurgu düzeyinde vurgulayıp geçiyorum. 1993 firar eylemi Türk basınında geniş biçimde yer almıştı. Mevcut bilgiler 1993 basın arşivlerinde vardır.

Evet, uzun yıllar sonra tahliye oldum. Hayatımın en güzel yıllarını cezaevinde baskı ve işkencelerle geçirdim. Türk devletinin eline sağ geçtiğim için kaderime binlerce kez lanet ettim. Yaşadığım bunca badireleri atlatıp sağ kurtulacağımı hiç düşünemezdim. Gençliğimi ve en güzel arkadaşlarımın kimini kaybettim kiminide cezaevinde bırakıp çıktım. Bu duyguyu ve psikolojiyi nasıl tanımlamak gerekiyor bilemiyorum. Anlatmaya ne gücüm yetiyor ne de duygularım buna el veriyor. Zaman zaman ölümü aradım, doğduğuma pişman oldum. Ama umut, inanç ve irade beni hep ayakta tuttu. Dışarıya çıkarken zorlanmayı yaşayacağımı tahmin edebiliyordum. Bir türlü dışarıya adepte olamıyordum. Uzun süre cezaevinde kalmak haliyle insanda insanda farklı şekillendirmeyi yaratacağı açıktır. Özellikle sosyal ilişki konusunda ciddi biçimde zorlanıyordum. Uzun süre toplumsal ilişkilerden koparılıyorsun, asosyal bir yapı sende gelişmeye başlıyor. Korkunç bir yanlızlık yaşıyorsun. Yaşamında nelerin gelişebileceğini, seni nelerin beklediğini tahmin edemiyorsun.

Aslında senin için yeni bir yaşam, bu yaşama nasıl uyum sağlayabilirim, herşey sana çok farklı geliyor. Yabani bir insan gibi ciddi biçimde bocalamayı yaşıyorsun. Bir yandan ortama adepte olmak için çabalarken, direk yandan direk, dolaylı tehdit mesajları alıyorsun. Yaşayabileceğin güvenli bir ortam bulamıyorsun. Yeniden bir çok şeyle karşılaşma ihtimalin var, bunu görüyor ve hissediyorsun. Başına farklı şeyler gelebilir, tekrardan cezaevine alınabilirsin. Bunun hem zemini var, hem de yaşadığın pratik sonuçları var ve görüyorsun.

Üç ay Bingöl’de kaldım. Bu kısa zaman içinde üç kez gözaltına alındım. Bir kez de DEHAP Bingöl İl Başkanı olan amcaoğlu Yavuz Kıtay’la birlikte gözaltına alındım. Bu ve tehdit mesajlarından dolayı Bingöl’den çıkmak zorunda kaldım. İstanbul’da Tutuklu Aileler Derneği bünyesinde çalışmalarda bulundum. İsim soyisimden dolayı orada da birden fazla gözaltına alındım. Her rutin aramalarda dahi tutuluyor ve rahatsız ediliyordum.

Şunu vurgulamak istiyorum: Türkiye’de kalabilmemin koşulları olsaydı, başka yere gitmeyi, başka yerde yaşamayı kesinlikle tercih etmezdim. Avrupa’ya gelişim çok istekli oluşumdan kaynaklanmadı. Yaşadığım şartlar ve koşulların dayatması sonucu olarak Almanya’ya gelmek zorunda kaldım. Cezaevinden birlikte çıktığım arkadaşların bir çoğu yeniden tutuklandı. Türkiye koşullarında kesinlikle yaşama imkanını bulamadım. Bunun zemini olsaydı ülkemden ayrılıp başka yerde yaşamayı tercih etmezdim. Tabii uzun süre ailenden, sevdiklerinden uzak kalmşsın, ikinci kez uzak kalmayı, ayrılmayı düşünemiyorsun. Bir insan ülkesinden, sevdiklerinden yoksunluğa, ayrı yaşamaya dayanabilir mi? Bu ayrılmayı istekli ve gönüllü olarak tercih edebilir mi? Yani dünyanın en zor şeyi bu değil mi?

Yukarıda vurgulamaya çalıştığım nedenlerden dolayı ülkemden çıkmak zorunda kaldım. Almanya’ya geldikten kısa süre sonra iltica başvurusunda bulundum. Federal İltica Daire’sinde ilticam kabul edildi ve oturum aldım. Yaşadığım psikolojik sorunlardan ötürü rapor almıştım. Bu rapor iltica dosyamda bulunmaktadır. Almanya’Geldikten sonra önce Demmin’de daha sonra da Hamburg kentinde ikamet ettim.

12 Ekim 2011 tarihinde Hamburg kentinde tutuklandım. Tutuklanma esnasında kötü bir yaklşımla karşılaşmadım. Beni tutuklayan görevli polise, ’siz Türk polisi gibi yaklaşım sergilemediniz, tutuklama şekliniz insani bir çerçevede oldu‘ demiştim. Gerçi bu şekil tutuklamalara alışık olmadığımız için biraz tuhafima gitmişti. Tutuklandığım günden beridir Dammtor cezaevinde kalmaktayım. Dammtor cezaevinin tutuklular üzerinde geliştirdiği uygulamalar çok farklı ve her karesinde insan hakları ihlali yatmaktadır. Sekiz ay çok katı tecrit ve izolasyon politikasına tabii tutuldum. Yedi aydan sonra haftada bir kez iki saat Almanca dil kursuna çıkarıldım. Kursa katılanların sayısı dört ile beş kişi arasında yapılıyordu. Bu dil kursu da düzenli yapılmıyordu. Onun dışında herhangi bir sosyal aktiviteden yararlanmadım. Cezaevinde özel güvenlikli ve denetimin sıkı olduğu B2 de kalmaktaydım. Daha önce kaldığım bölümün cezaevinin diğer bölümlerinden farklı bir yapısı mevcuttu. Durumu ’sakıncalı ve ağır olan‘ tutuklular bu bölümde kalıyorlar. Yine cezaevinde disiplin suçu işleyen tutukluları bu bölüme alıyorlar.

Bu bölümde kimseyle görüşme imkanına sahip değilsin. Geldikten beridir yalnız tutulmaktayım. Günün 23 saatini hücrede geçiriyorum. Günde sadece bir saat havalandırmaya çıkarılıyorum. Bunun dışında tüm zamanım hücrede geçiyor. İlk dört ay kantin alışverişini dahi gardiyanlar yapıp getiriyorlardı. Ondan sonra tek başıma kantine çıkarmaya başladılar. Kimseyle birlikte çıkarılmıyordum. Havalandırmaya çıkarken tek çıkıyordum. Cezaevinde yapılan sportif aktivitelerden yararlanamıyorum. Cezaevinde kalan her tutuklu ayda iki saat ailesiyle görüş yapma hakkına sahiptir. Ben ayda bir saat ve kapalı yerde polis gözetiminde görüşüyorum. Kaldığım hücrenin yapısı diğer hücrelerden farklıydi. Hücre pencere bölümü küçük delikli saç ile kapatılmış. Dışarıyı iyi göremiyorsun. Bundan dolayı gözlerimde rahatsızlıklar ve görme bozukluğu gelişmeye başladı. Dammtor cezaevinin tutuklular üzerinde uyguladığı yöntemler bir çoğunu ruhsal ve psikolojik olarak etkilemekte ve deprasyona sürüklemektedir.

Bu uygulamalardan dolayı bir çok tutuklu intahar etti, bir çoğu intahar girişiminde bulundu. Yani ortalama olarak her yıl on tutukludan fazla intahar sonucu olarak yaşamını yitiriyor. Dammtor cezaevinde uygulanan uygulamalar kesinlikle normal bir uygulama değildir. Ayrıca benim tutulduğum koşullarda kimse tutulmadı. Bunları tecritin düzeyini anlaşılır kılmak için vurgulama gereğini duydum. Cezaevlerinin görevi tutuklu ve hükümlüyü topluma kazandırmaktır, ikinci bir cezayı çektirmek değildir. Türkiye’de insan hafızasının alamayacağı işkence yöntemlerine maruz kaldım ve yaşadım. Bunların etkileri yıllarca sürdü ve halen sürmektedir. Bunlardan kurtulmaya çalışırken burada da uygulanan tecrit izalasyon politikası kişiliğim üzerinde ciddi tahribatlar yaratmaktadır. Bu yaklaşımlar telafisi mümkün olmayan sonuçlara yol açmaktadır. Sekiz buçuk ay B2 bölümünde kaldım. Bu zaman içinde bana karşı adeta bir cehennemi yaşattılar. İnanç ve irade olmasaydı bu koşulları kaldıramazdım. Dammtor cezaevinde uygulanan uygulamalar kesinlikle insan haklarına karşı saygıyı içermiyor. Tam anlamıyla insan hakları hakları ihlalidir. Şunu vurgulamak istiyorum: Dammtor cezaevi Almanya devletinin insan hakları konusunda ciddi ihlalidir. Mahkemeniz aracılığıyla hem suç duyurusunda bulunuyorum hem de şunu söylemek istiyorum: insan haklarından yana olan tüm ilgili kurum ve ilgili kişilerin bu konu hakkında daha fazla duyarlı ve sorumlu yaklaşım sergilemesini istiyorum.

Sonuç olarak şunu vurgulamak istiyorum: Türk devletinin uyguladığı şiddet yöntemleri ile Kürt sorunu hiçbir zaman çözülemez. Sonuçta her iki halk için de büyük bir yıkımdır. Şiddette ısrar daha fazla çözümsüzlük, daha fazla kaos demektir. Hangi toplum sorunlarını şiddet yöntemiyle çözmüştür? Tarihte bunun örneği var mı? Anlamsız şiddet yaşanan sorunların temel nedeni haline gelmiş, bu mantığın kendisi sorunun kendisi olmuştur. Türk devleti tarafından Kürdistan’da yürütülen kirli savaş onbinlerce aileyi mağdur duruma düşürmüştür. Yaşanan acıların temelinde bu çözümsüzlük politikasında ısrar eden devletin ve bunu aznı zamanda bir çözüm yöntemi olarak topluma dayatan mantığın kendisi olmaktadır. Son iki yıldır Kürt halkına karşı tam bir baskı politikası uygulanmaktadır. Binlerce Kürt siyasetçisi tutuklandı. Yüzü aşkın gazeteci ve avukat cezaevine atıldı. Kimyasal silahlarla iki yüze yakın gerilla katledildi. 34 sivil Kürt insanı Türk savaş uçaklarıyla Roboski’de katledildi. Kürt halk önderi sayın Abdullah Öcalan’a bir yıla yakındır ağır tecrit uygulamaları sürmektedir. Türk devletinin bu insanlık dışı yaklaşımları toplumu kaosa sürüklemektedir. Türk devleti şiddet politikası dışında bir çözüm seçeneği devreye koymamaktadır. Daha fazla acıların yaşanmaması için uluslar arası ilgili kurum ve kişiler Türkiye’de yaşanan insanlık dışı uygulamalara karşı daha fazla sessiz kalmamalı, bu anlamsız savaşın durması ve barış sürecinin gelişmesi için bir an önce harekete geçmelidirler.

Saygılarımla                A. İhsan Kıtay